23 Mayıs 2014 Cuma

Göbek adı deccal.

Kalbim bikaç vicdansızın elinde sıkıla sıkıla posaya döndü. Ne hissedeceğini şaşırdı, doğruyla yanlışı karıştırdı, allak bullak etti. Anlamlı ne vardıysa hepsini ağzında küfre çevirdi. Aldığım havayı bana zehir etti. Yetti artık yetti. Gönlüm başımı başka yöne çevirmeye hala razı değil, ama ne söylesem ne eylesem anlamsız, hiçbir ölüme, yaraya çare değil. Ben artık sadece her sabah her şeyi hiç bir şey olmamış gibi yerli yerinde görmeye şaşırabiliyorum. Yoksa kıyamet çok normal.

8 Mayıs 2014 Perşembe

Ankara'da deniz yok. Hala.


Nerden tutsan tutarsızlık! Bu böyle değil biliyorum ama dünya dönüyorsa bi anlamı olmalı. Hem Ankara hala güzel. Gidince özlenecek bir yerin olması çok şahane. Ait değil-miş gibi hissediyorum ama işte tutarsızlık. Uzaktan mı seviyorum ne. Ben uzaktan baya iyi seviyorum ama. Çok güzel seviyorum uzaktan. Umarım sevilen de biliyordur, pek sanmam. Neyse bana bi şarkı söylesenize. Bikaç tane de olur. Yakın geçmişin keşifleriyle çakılıp kaldım. Artık her gün 6 km yol yürüyorum. Hep aynı yerden aynı eve. Sorun değil. Çünkü dün çok ilginç bir kadın gördüm. Yürürken geçtiği her ağacın gövdesine dokunuyordu, yılmıyordu yanına kadar tek tek gidip dokunuyordu, ağaç diplerindeki çöpleri alıp yola atıyordu. Konuşmak istedim ama insanlara tepkili olduğu enerjisini aldım. Keşke insan olmasaydım. Gerçekten. Hayvan olsam ne olurdum acaba? Bitki olmayı da isteyebilirdim. Kadını görene kadar bunu hiç düşünmemiştim. Artık düşünebilirim.

Ankara diyordum. Bir kitap okudum adı "Kadın Öykülerinde Ankara". Çok sinirlendim, nedir yani Ankara'da her allahın günü ihtilal mi oluyor da Ankara ile ilgili anlatacak başka bişey bulamıyorsunuz? Ver şu kalemi bana, bi ver.

Yıl 2005. Üniversite kaydına babamla birlikte gelmiştik. Bir akrabamızın üniversite öğrencisi oğlu bizi Kızılay'a götürdü. Karanfil sokağa girince "İşte" dedim. "Baba ben Ankara'ya bayıldım, şu sokağın şenliğine bir bak. Burda insanın canı hiç sıkılmaz!" Babam burun kıvırmıştı, "İstanbul'un yanında esamesi mi okunurmuş buranın. Her yer taş, toz, toprak." Oysaki ben yere değil, insanların yüzlerine bakıyordum. Taşan sesleri dinliyordum. Ankara benim için o gün miladım olacağını göstermişti. Beni kucaklamıştı. Bıraktım kendimi kollarına. O gün bugündür, hiçbir şehirden uzak kalmak Ankara'yı özlemek kadar koymuyor. Dost kitapevinin önünde arkadaşlarla buluşmak, Güvenpark'ta çekirdek çitlemek, Hamamönü'nde kahvaltı etmek, Tunalı Hilmi'de boş boş dolaşmak, Kuğulu'da oturacak yer bulamamak, Gençlik Parkı'nda güneşi batırmak, Kızılırmak sinemasında tek başıma film izlemek, Aylak Madam'da mevsimine göre naneli limonata yada sıcak şarap içmek, Sakarya caddesinde sarhoş olmak, kar yağıyorsa Kurtuluş Parkı'nda olmak varlığımın yegane amacıydı sanki. Sanki ben 17 yaşımda varoluşumun tüm gerekliliğini kavramıştım. Artık olmam gereken yerde yaşamam gerekenleri yaşayacaktım. Ankara benim bir uzvum olmuştu. Ruhumun bir parçası. Gün geçtikçe büyüyor Ankara. Hiç haketmeyenlere bile kollarını açıyor. Beni kovmuyor, kendini benden esirgemiyor. Çünkü ben Ankara'da deniz olmadığını biliyorum. En baştan beridir biliyordum, bir çoklarının aksine. Ve bu umrumda değil. Çünkü ben yere değil insanların yüzlerine bakıyorum. Hala. Onlardan yükselen seslere kulak veriyorum. Ankara beni hiç hayalkırıklığına uğratmıyor.


Sadece bu kadar değil aslında. Daha nicesi var kaldırım taşlarının arasında. Ankara'yı güzel hatırlamak da mümkün. İstanbul'dan gelip Ankara'ya aşık olmak da.