25 Aralık 2013 Çarşamba

Okuyom Ben Yaaa 2

Okuyorum diyordum ya, kanıtlarıyla geldim bu kez. Bundan 5 ay önce okumadığım kitapları ayrı bir rafa dizip saymıştım ve kendime söz vermiştim. "Bunlar bitmeden kitap alınmayacak!"diye, o zaman saydığımda 22 okunacak kitap vardı, ancak o günden bu yana 12 kitap okumuş olmama rağmen şuanda elimde okunmayı bekleyen 34 kitap var. O yüzden matematik biliminin açıklayamayacağı bu sırra artık ben de kafa yormuyorum, okuyorum allah okuyorum. Kısa kısa özetlersem:

Açlık Oyunları Üçlemesi
Kitap Okumak İster Misin'le tanışır tanışmaz istediğim ik kitap Açlık Oyunları oldu. Başta fantastik bir kurgu olduğunu düşünüp çok ilgilenmemiştim. Ancak zevkine güvendiğim insanlardan "bir günde bitirdim", "aklımdan çıkmıyor" gibi yorumlar duyunca dayanamadım. Kitap okumak ister misin sağolsun bana üçünü birden gönderdi ve yaz tatili için gittiğimiz Kaş'ta su gibi içtim bu üçlüyü. Açlık Oyunları benim hayatımda okuduğum ilk üçleme. Ancak kurgusu okuyucuyu öyle içine çekip hapsediyor ki sahiden de kitabı okumadığınız dakikalarda sürekli onu düşünüyorsunuz. Collins'in hayalgücü olağanüstü. Konunun etiksel ve özgürlük konusundaki günümüz dünyasına benzerlikleri de çok vurucu olmuş. Sıradan bir kurgu romanı diye düşünüp es geçilmemeli.

Sofie'nin Dünyası


Sofie'nin Dünyası Kaş'tan hem hatıra amacıyla aldığım hem de merak ettiğim bir kitaptı. Merak etmekte haklıymışım, zira bu tür bir kitaba rastlamak o kadar kolay değil. Sadece felsefe tarihini işleyen bir kitabın dünya üzerinde bu kadar popüler olması da şaşırtıcı. Gaarder felsefenin doğuşundan günümüze kadar tüm önemli filozofları teorileriyle birlikte akıcı bir şekilde işlemiş. Felsefe hakkında hiçbir fikri olmayanları doyuma ulaştırabilecek, fikri ve bilgisi olanları ise tatmin etmeyecek bir kitap çıkarmış. Yani felsefeye yeni başlayanlar için bir giriş yada genel bilgi kitabı diyebiliriz. Sanırım bu yapısından dolayı kitabı okumadan önce edindiğim "çocuk kitabı" duyumları da bundan kaynaklanıyor olsa gerek. Ben başarılı buldum.

Ve Dağlar Yankılandı


Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş'ten sonra bu kitabıyla Khaled Hosseini bana resmen "Ben Amerika'da yaşıyorum, tabii ki Afganistan'ın acısını eninde sonunda Amerikalılaştıracaktım." diye bas bas bağırdı. Zaten Afganistan'ın adının geçtiği bir yerde Amerika'nın da adını duymamak neredeyse imkansız. Halid Hüseyin bu kitabında Afganistan iç savaşının yıktığı, kökünden değiştirdiği, buluşturduğu hayatları anlatmış. Dili gayet güzel. Okuması kolay. Ama ben çok samimi bulmadım. Kitapta karakterlerden biri ile yazarın kendini ve duygularını anlattığını hissettim. Kitap ağacı Ekim kitabımızdı kendisi. Benim de kitapagaci (instagramda bu şekilde aratırsanız takip edebilirsiniz) ile okuduğum ilk kitabımdı.

Utanç


Utanç okuduğum 2. Coetzee romanı. İsmi kulislerde saygı ve takdirle anıldığından uzun süre sahaflarda aradım bu kitabı ve sonunda Ankara Kızılay'daki Adilhan'da buldum kendisini. Bu kitap sadece okunan bir kitap değil. Aynı zamanda hissedilen bir kitap. Öyle ki ne baş karakter Lurie'ye ne de kızına hiç mi hiç anlam veremedim. Onlar da kendi aralarında birbirlerine anlam veremediler. Böyle enteresan değişik bir hissiyat yaratıyor insanda. Kitabın ismi Utanç, ancak benim bildiğim bir Utanç değil bu. Ben utandığımda Lurie gibi hissetmiyorum, davranmıyorum çünkü. Kitabı okurken kendimi sorguladığımı, ben olsaydım ne yapardım dediğimi, anlam veremezken sinirlendiğimi, Lurie ile kızı birbirlerine gayet normal tavsiyeler verirken kendi hayatlarında tutarsızlaştıklarında afalladığımı farkettim. Evet kitabı sevdim. Unutulacak bir kitap değil çünkü Utanç. Hiçbir şey hatırlamasam bile, hissi kalacak. Coetzee de yazdığı kitaplar gibi sadece yazan, sadece dili kullanan bir yazar değil. İçindeki karmaşa ve sorgulamayı okuyucuya aktaran, okuyucuyu darmadağın eden bir yazar.

Semaver


Okuduğum ilk Sait Faik kitabı. Öykü okuma konusunda çok tecrübeli değilim, ancak Sait Faik okumakta bu kadar geciktiğim için çok üzüldüm. Yazar öykülerine karakterlerin en can alıcı özelliklerini, sevdiği mekanların en güzel taraflarını nakış gibi sanatla işlemiş. Bence Sait Faik sadece bir öykü yazarı olarak değil, şair olarak da anılmalı. Çünkü her noktasından sonra cümlelerini alt alta yazsak en güzelinden şiirlere dönüşüverir hikayeleri. Bu kitabında en sevdiğim öyküsü Semaver oldu. Şimdi bile hatırlayınca ısınıyorum.

Newyork Üçlemesi


Bu da okuduğum ilk Paul Auster kitabı. Sanırım benim için yanlış bir tercih oldu. Çünkü anlayamadım. Paul Auster'ın tarzına yabancıyım herhalde ondan anlayamadım diye düşündüm. O kadar anlamadım ki kitapla ilgili eleştiri yada övgü bile yapamam. Gerçekten hiçbir şey anlamadım ve bu çok üzücü:(

devamı gelecek....

10 Aralık 2013 Salı

Perfect Sense (2011)

Aşık oluyorsun. Daha uzun süreli bir ilişkiden yeni çıkmış ve terk edilmişsin. Ama aşık oluyorsun işte. Sonra "hah tamam valla bu sefer olacak, buldum onu, bu kesin hayatımın aşkı" derken yeryüzündeki tüm insanlarla birlikte koku alma duyunu yitiriyorsun. Şimdi soruyorum, koku alma duyusu yokken nasıl aşık olunur? Açıkcası eğer koku almadan aşık olunuyorsa, bu konudaki tüm hipotezlerim çürür. Eblek eblek kalırım açıkcası. Film bu konudaki merakıma hiç değinmedi, zaten insanlık tüm duyularını peşpeşe nefes almaksızın kaybederken tek dertleri "oğlum biz şimdi nasıl aşık olucaz?" olmayacaktı yani. Ama filmi sevdim, beni kafamda yarattığı cevaplandırılmamış sorularla etkiledi. Ama öylece bitiverdi. Yani bence güzel olan hiçbir şey öyle bir anda pat diye bitmemeli. Çünkü insan aptal gibi kalakalıyor. Ne hissedeceğini bile bilemiyor. Saçmalık. Yani hadi Tanrı'nın yada kaderin bu hareketlerine alıştık da, siz faniler siz bari yapmayın. 
Filmin müzikleri Max Richter'e ait, modern klasik müzik sevenler, Olafur Arnalds sevenler mesela, bir baksın derim. Benim için çok iyi bir keşif oldu.  

9 Aralık 2013 Pazartesi

Detachment (2011)

Size on yüz milyon yıl önce izlediğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Ne zaman izlediğim önemli değil, hala unutamamış olmam önemli. Çünkü ben biraz depresif ve ciddiyet sahibi bir insanım. Yoo, kendimi asla önemsemiyorum ve bu özelliklerimle gurur duymuyorum. Ama öyleyim. Ve bu film de resmen intihar sebebi. Ama nasıl intihar, slowmotion, böyle bilekten akan kanın yerde resim çizmesi gibi, yada  Lars von Trier'in Antichrist filminin girişindeki sevişme sahnesinin intihara çevrilmişi gibi. Ağızda tad bırakan acılardan.
Ağıt gibi bir film Detachment, Adrien Brody ise alabildiğine sarsıcı. Konusu hakkında konuşmak istemiyorum. Onu başka yerlerde de okuyabilirsiniz. Bence önemli olan ne hissettirdiği. Dedim ya ben bu filmi on yüz milyon yıl önce izledim va tadı hala damağımda. İçimde ortadan ikiye bölen bir sızı bıraktı. Nerede Adrien Brody görsem aklıma gelir film ve oracıkta büzülüp dünyadan kurtulmak isterim. Dünyadan ve onun saz arkadaşları saçmalıklarından. Hani diyor ya şarkı da "bazen...ne yaparsan yap, olmuyor bazen.", işte onun filmi. Yada daha fazlası, size ne anlam ifade ettiğine bağlı. Bazen düşünüyorum, insan insan için mi yaşamalı yoksa dünya için mi? Yani bu soruya da tercüman gerekti şimdi, demek istediğim siz bu dünyadaki vaktinizi doldururken kendi yaşadığınız dünyanızdan mı zevk almaya çalışırsınız, yoksa dünyanızı başkalarıyla paylaşmayı mı tercih edersiniz? Ben kendi hesabıma bu sorunun cevabını bilmiyorum. Dönem dönem değişiyor. Ama Henry Barthes (Adrien Brody) hayatının en olmuş, tamamlanmış bölümünde bu soruya çok istikrarlı bir cevap veriyor. Yaşayarak.
Filmi hatırladıkça tedirgin bir sıcaklık basıyor içimi. Hani kişi hiç tecrübe etmediği bir şeyi yapma konusunda bir tedirginlik hisseder ya, ama sonucun kendisine çok şey kazandıracağını da bilir öyle bir sıcaklık. Keşke diyorum keşke Henry ile tanışabilsem, elini sıksam Hocam desem Hocam üzülme, sen iyi olduğun için bunca kötülüğün ayırdına varabiliyorsun. Tüm bu kötülükler herkes için var, ama bazıları ona dönüşmüş o yüzden farkında değil. Bak Erica'ya Hocam, onun Tanrısı sensin, onu sen yarattın. Bir Tanrı her zaman elinden gelen her şeyi yapar. Tıpkı senin gibi. Kendine iyi bak Hocam. Seni herkesin kendi derdine düştüğü bu aptal dünyada yaşadığım müddetçe hiç unutmayacağım. Derdim.

Angus and Julia Stone- Draw Your Swords