31 Aralık 2012 Pazartesi

Cliché

İnişler-çıkışlar, yerin dibine girip ordan arşa fırlayışlar, gömüldüğü yerden daha yeşil başlayışlar... Bana her daim yaşanası geldi bunlar. Ama 2012 sağolsun başımı hiç eğmedi. 2012'de yaşadığım her sıkıntının bir mazisi olduğu için faturayı ona kesmiyorum. Olacağı varmış napalım. Ama kusursuz mutluluk cümleleri de çok yavşak geliyor, itiraf etmeliyim. "ooo la la la hayat bize güzel. yiyoz içiyoz geziyoz. her şeyimiz ne kadar mükemmel o lalalalal. hayatım cebine kusabilir miyim?!+%&/" Ama işte Instagram denilen şukelatalı lanete bulaştığımdan beri o cimcimeler alemine daldım. Çıkamıyorum. ÇOK GÜZEL YAA.
2013'den beklentim, daha ayağı yere basan kararlar almak ve hayata geçirmek için ne gerekiyorsa yapmak. O güç içimde derin bir yerlerde saklanıyor, hissediyorum. Ve bolca huzur, dinginlik, sindirmişlik. Her şeyi koşmadan sakin adımlarla sindire sindire yapabilmeyi umut ediyorum. Ve unutamayacağım bir seyahate çıkmayı istiyorum. Barcelona olur, Floransa olur, tiril tiril elbiselerle yürüyebileceğim daha önce görmediğim her yer olur.


Sayın Tanrı, 2013'ün soundtracki bu olursa eğer... Teşekkürler.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Miss'in hem Özlemek hem de Kaçırmak Anlamlarına Gelmesi Durumu.

Sabahtan beridir şu blogu okuyorum. Özenmekten bir hal oldum. Ne güzel okuyor insanlar arkadaş. Bense İhsan Oktay Anar'ın Suskunlar'ını neredeyse 2 senedir gözümün önünde TAŞIYORUM. Resmen anlamamakta inat ettiğim o sadece tuvalete girdiğinde kitap okuyan insan kitlesinden olsaydım bu kitap şimdiye on kere biterdi. Boş zamanlarımı ne yapıp edip ıvır zıvır işlerle dolduruyorum ve ardından dinlenmek için oturduğumda hemen bir dizi açıyorum. Dinlenme sürem doluyor ve fakat dizi bitmiyor. Dizi bitince de uyuyayım bari diyorum.
Euphric Blog'u okudukça ofisin çekmecesinde gıcır gıcır bekleyen Mülksüzler'e kafadan dalasım geliyor. sonra da "ya ben okurken kapıdan bir Başkan/Başkan Yardımcısı girerse" diyip tırsıp blogu okumaya devam ediyorum. Baba evindeki can sıkıntısı şuanki evime kocaman bir kütüphane kazandırdı ama öylece duruyor. Son 1 senedir neredeyse HİÇ okumadım. HİÇ.
Blogda rastladığım bir alıntıyı paylaşmak istiyordum aslında. İtiraf.com gibi oldu, ne biçim oldu.

Sinek Isırıklarının Müellifi / Barış Bıçakçı

İstanbul ile Ankara karşılaştırması yaptı. İstanbul'a giden herkes dönüşte böyle bir kıyaslama getirir, lokum gibi ya da pişmaniye, saray helvası, Bolçi. "İstanbul'da insanların tek amacı İstanbul'un tadını çıkarmak gibi görünüyor. Avına dişlerini geçirmeye çalışan yırtıcı hayvanlara benziyorlar. Ankara'ya istesen bile dişlerini geçiremezsin, bir sürü üst geçit var." Metin ile birlikte bu şakaya güldüler. Kapatırken Cemil şöyle dedi: "İstanbul'da gün boyu dolaşırken dünyanın haline üzüldüm. Ankara'da insan sadece Ankara'nın haline üzülüyor."

Barış Bıçakçı uzuuuuun zamandır okumak istediğim bir yazar. "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" filminin konusunu okuduğumda çok etkilenmiştim ama hala ne filmi izleyebildim, ne de kitabı okuyabildim. Üstteki alıntı beni Ankara'da ısınan yeerlerimden İstanbul'u özleyen yerlerimden, bütün anılarımdan, eksikliklerimden vurdu. Nedense hiç bilmiyorum. zerre fikrim yok ama bana Begüm'ü hatırlattı. Begüm'ü cidden çok ama çok özledim. Bir Ankara-İstanbul karşılaştırmasında hep aklıma Begüm geliyor. Sanırım onu İstanbul'dan koparamadığım Ankara'yı sevdiremediğim için böyle oluyor.
Yani, en kısa zamanda Barış Bıçakçı külliyatına başlayacağım ve en beğendiğim kitabını Begüm'e göndereceğim. Bu da tesellim olsun.
Kings of Convenience ft. Feist- Build up o zaman.




29 Kasım 2012 Perşembe

Past Away.

Tahammülümü yanıma almayı unutmuşum, yürürken. Büyürken. Sonra kala kala bir avuç ve hep aç kalmışım. Bozmuşum kafayı, eskiyi yeniyi hepsini karıştırmışım. Daldan dala o piti piti yapmış, hiçbirine konamamışım. Koymamış. "Olsun zaten benim de bir sürü işim vardı." demişim. Zorunluluklarımı istediklerim sanmışım.
Bir tek uyurken tahammül edebilirmişim. Artık.

"Artık" ile "Eskiden" hep ortak. Çünkü tadı kalıyor.

Vega-Tadın Kaldı.

11 Kasım 2012 Pazar

Far Away de olur.

biri şuna yakın bir şey demişti: "O ölmüş. Özlediğimde gidip dokunabiliyor muyum? Hayır. O zaman ölmüş."
O zaman başım sağolsun.
Jay Jay de Far Away'de şöyle bir şey diyordu: "every word is like a knife, but the silence cuts you twice."
O zaman fuck the silence.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Unfiltered.

çamaşırları ütülemem gerekiyordu. ben de gidip bir bira açtım. bu kadar çoğu kaybetmek için ben ne yaptım?  şuan yazabildiğim yerde sigara içmeme kocam izin vermiyor. kafiyeleri bu yüzden tutturamayabilirim. istanbulu çok özledim. biri çıkıp kıyafetimi nerden aldığımı soracak diye çok korkuyorum, her an ağlayabilirim. bu kadar dönüşsüz kalmak için ben ne yaptım? şarkılar biriktirmeyeli bir milyon yıl geçti, çünkü şarkıların mutsuzlukla bir ilgisi olmalı. bir milyon yıldır çok mutluyum. bu kadar mutluluğu haketmek için ben kime ne yaptım? yine de vurduya kırdıya önceden bayağı bir aşina bünye. istiyor arada. çok standart be kardeşim. haydi kalk gidelim.

No Clear Mind-Static

17 Temmuz 2012 Salı

Failed.

Şuan burada olmak zorunda olmasaydım ne yapardım?
Son yüz sayfasına nihayet gelebildiğim ve ancak heyecan duyup tatmin olmaya başladığım İnci gibi Dişler kitabını bitirirdim. Sorun kitapta değil, çevirisinde ve bir nebze de benim maymun iştahlılığımda. Çevirisi cidden google translate tadında. Ama bu da sanırım yazarın espri anlayışının tavan yapmış olmasından kaynaklanıyor. Neyse, kitap güzel, son tahlilde anlamlı bir yere varmaya çalışıyor.
Savages (Vahşiler) filmini izlemeye giderdim. Benicio Del Toro, Uma Thurman ve Blake Lively.. Karizma namına ne varsa toplamış Stone. Zaten Oliver Stone'a Natural Born Killers'dan beri aşığım. Büyülü Fener'de büyülenip evime gelirdim.
Sonra da buzzz gibi bir bira yada icetea şeftali yada gazozla Sherlock izlemeye kaldığım yerden devam ederdim. O kadar ara verdim ki son izlediğim bölümün bırak sonunu komple konusunu bile hatırlamıyorum. Ayrıca True Blood'ın son 2 bölümünü de izleyemedim henüz. Ama zaten iyice baymaya başladı. Sookie mübarek o ayrık dişleri ve kedi miyavlaması gibi ses tonuyla sevişmedik adam bırakmadı dizide. Dizi iyice saçmalamaya başladı. Seksten soğuycam bunlar yüzünden:S
Sonra da işte bu sabah astığım çamaşırları toplardım, toz alırdım falan:/ (aslında belki de sadece ev işi yapardım, bi de yemek, bir de ütü gün de biterdi zaten:((( )

4 Temmuz 2012 Çarşamba

İki Adam, Bir Kadın ve Yaz

Yıl: 2012
Şuan elimde damakta uzun uzun süzülen, irish cream aromasını aldığım nefese bile işleyen ve hiç mi hiç bitmeyen bir kahve olsa. Deniz olsa karşıda ben de balkonda olsam. Müzik çalsa arkada bir yerde. Elimde bir kitap. Kağıt, kalem her daim bana yakın bir köşede olsa. Sonra O, elinde yiyecek içeceklerle gelse. Bir miktar sevgimizi göstersek. Hayatımızda ilk kez yalnız olmamayı tecrübe etsek.

Yıl: 1992
Burası çok güzel kokuyor. Antalya'dayız. Kaldığımız evin balkonu var. Hep balkona çıkmak ve hiç içeri girmemek istiyorum. Yasemin kokuyormuş. Ama o kadar güzel ki. Güneş kreminden bile güzel kokuyor. Denize girmekten sonra en sevdiğim şey, babamla tavla oynamak. Yeni öğrendim tavla oynamayı. Ama tavla 2 çeşitmiş. Ben kızların oynadığı tavlayı oynayabiliyorum. O kadar eğlenceli ki, babam sıkılır diye çok korkuyorum.

21 Haziran 2012 Perşembe

Robinson Crusoe 389

Ergen zamanlarımda İstiklal Caddesi benim için bir yaşam stili gibi bir şeydi. Ne yapılacaksa orada yapılacak gibi falan. Kıyafet alacaksam koşa koşa Atlas Pasajına giderdim. O yıl pazara, küçük butiğe, memleketin her yerine düşecek sokak modası en önce Atlas Pasajına gelir, bu böyledir. Takı alacaksam yine Atlas. Ne yemek istiyorsa canım, en güzelleri yine Beyoğlu'nda. Bu klişeler aslında hala geçerli. Ama artık bir Ankaralıyım ve işin garibi Ankara'ya resmen aşığım. Yine de bir Robinson Cruose kitapevi aşkım dünkü kadar taze. Ara ara hayal ediyorum. "Gelecek planlarının arasında ne var?" dediklerinde hala bu kitap evinin kasasında yada elimde bezle raflarının tozunu alırken hayal ediyorum kendimi. Bir zamanlar önünden geçerken yüksek sesle "Benim olacaksın, büyüyüp ne kadarsa parası verip alacağım seni!" derdim. Şimdiyse önünden geçerken bir burukluk, içeri girip "sen anca bir kitap alırsın." edasıyla kasaya doğru ilerleyip, o muhteşem ambalajlı kitaplara sarılabiliyorum sadece.
Hangi ara bu kadar değişti dünyam, hatırlamıyorum bile. Bir zamanlar "o kitapevi benim olsun, evim olmasa da olur. Nasıl olsa bütün kiralık evler benim." derken şimdi mortgage kredilerinin faizlerini hesaplarken buluyorum kendimi. Baba parasıyla hayal kurmak ne kadar güzel, ne kadar kolay ve ikna ediciymiş meğer.
Şimdi hayal dünyamı tekrar harekete geçirmek için tekrar kitap okumaya başlamam gerek. En son bitirdiğim kitabın adını bile hatırlamıyorum (yok abartmışım şimdi hatırladım.) Ben ancak Robinson Cruose'den bir kitap alırım. Belki onu bile alamam. Artık Ankaralıyım. Ama yine de belki çok sonra çooook ama çok sonra emekli ikramiyemi aldığımda mesela... belki.

10 Haziran 2012 Pazar

Yaşamaya Mecbursun.



Her günün sabahında, gazete sayfalarını, twitterdaki trend konuları gördükçe kafamın içinde soundtrack tadında bu şarkı. Şu orkestra gibi çok sesli olmayı bir beceremedik. Çok yazık oluyor ülkeme. İnsandan yana olan insanıma çok yazık oluyor.

22 Nisan 2012 Pazar

İki

çok şey yazmak istiyorum. çok şey oluyor. ama daha çoğu olmuyor. mesela herkesler gidiyor. ben giderken hep oradaydılar. şimdi ben geldim. ama onlar burada değiller. hayat çok tuhaf. burada hiç vapur yok. ama hava çok güzel. üstümüzden çok kuş geçiyor. içim, onları farkedememenin vicdan azabında. iki birayla bulanan kafamın tanıdıklığına kıkırdıyorum şimdi. bir başıma. iki bira yetiyor, gençlik, bahar, şarkılar ve bir de düğün. hatta iki. iki ne kadar güzel bir sayı. iki bira. iki arkadaş. iki sevgili. iki düğün. iki.

Rachel Portman-Never let me Go

10 Nisan 2012 Salı

"veren el alır, gülün hatrı kalır..."

öyle bir şey söylemek istiyorum ki şimdi, tek bir cümleyle aydınlansın gece. ben belki de hiçbir ölüme bu kadar içerlememiştim. bu kadar sessizce yaşamamıştım hiçbir kaybı. öyle alelade söylediler ki öldüğünü, bir başkasından bahsediyorlar sandım. gittim ekrana baktım. iki gün öncesinde bakınca içimi huzurla kaplayan o  yüz vardı. kor düşüyor diyorlar ya. saplandı kaldı.
ortaokuldaydım sanırım yada lisenin ilk sınıfı. kendi paramla ilk kasedimi almıştım. sezen aksu-deliveren. sarı odaları duymuştum radyoda. ilk aşkı hala sırtımda yaşıyorum o zamanlar. o da çok seviyordu o şarkıyı. o zaman kesinlikle o kasedi almalıydım. neyse. içinden taa bugünlere kalan bambaşka bir harikulade çıktı. "yine mi çiçek".
bir daha kim "haber etsek o yare, gelse Bomonti'den. Şereflendirse bizi olsak teyyare" diyerek, ılık bahar rüzgarında mis kokulu bir özlemi anlatacak? o rakı kadehi, hele de bu şarkıyla titremeden elde nasıl tutulacak? acıya bir daha kim onun kadar şefkatle yaklaşacak?
yine güzelsin yine çiçek. Seninle şereflendim ya, hamdolsun.

6 Nisan 2012 Cuma

ahanda buraya yazıyorum.

Yeni bir hayata başlarken revizyonist bazı adımlar da atıyorum yavaştan. Bugün de şöyle bir karar aldım ki, tek başıma yaptığım faaliyetlerden zevk almayı eksik etmeyeceğim. insanın tüm hayatını, benliğini tek bir kişiye endekslemesi bir yandan iyi ama aynı zamanda da çok tüketen bir durum. Buna bir an önce engel olmalı ve özüme dönmeliyim. Geçenlerde Emre "şu telaşımız bittikten sonra fotoğraf çekmeye çıkacağım, bisiklet süreceğim, Özüme döneceğim yani" dediğinde bu kadar iyi anlamamıştım. Şimdi öyle bir dank etti ki kafamda bu doğruluk bir an önce harekete geçmem gerektiğini farkettim. Ve geçiyorum.

Bugün itibariyle, İstanbul'dan kitaplarım geldi. İşe, onları düzenlemekle ve yeni okunmamışları öncelik sırasına göre dizmekle başlayacağım. Ardından kendime tertemiz bir defter alacağım. Belki de bu blogu açtığımdan beri doğru düzgün kağıt kalemle yazı yazmıyorum. Kendime küfrediyorum resmen. Canım sıkıldığında çıkıp bir şeyler yapmak istediğimde olur da gelebilecek kimseyi bulamazsam 19 yaşımdaki halime bürünüp tek başıma sinemaya gideceğim. Seğmenlerde uzanacağım. Bir cafede tek başıma oturup dergi okuyacağım. Yolda bir tanıdıkla karşılaşacağım belki. Yönetmenler seçeceğim ve filmlerini seri halinde peşpeşe içeceğim. Hedefler koyacağım. Mesela, haftada 3 film, 1 kitap gibi. Daha önce hiç denemediğim bir alanda denemeler yapacağım, bir enstrümanı çalmaya çalışmak olabilir yada pilatese başlamak olabilir veyahut hiç bilmediğim bir dili öğrenmek olabilir. Yüksek lisansla ilgili ciddi araştırmalara başlayacağım.

Bundan sonra "off çok sıkıldım." demek yok. inşallah.
ve hala kişisel gelişim ve diyet kitaplarından nefret ediyorum.

30 Mart 2012 Cuma

davetiye.

hemen hemen herkes bilir. şarkı da der: Her şeyim tamamdı, bir sendin noksan.
ve milyonlarcasından önce beni Burak tanıştırmıştı onunla. bu şarkısıyla tanışmıştık. şimdi ne kadar ayak altında GİBİ dursa da, o zaman o kadar başımın üstündeydi, dilimin ucundaydı.
çünkü Emre'yi özlüyor ve ellerinin hangi bedenlerde dolaştığını bilmiyordum. benim yerime o sesleniyordu Emre'ye. YANIMA GEEEEEEEL!

23 Mart 2012 Cuma

Covered in Orange.

zaten güzeldin. şimdi daha turuncusun.

19 Mart 2012 Pazartesi

this is the best day to die.


insan yeni bir hayata alışırken yeni birisini doğuruyordu içinde mecburen. şehirlerden geçiyordu, geçerken hayatlara uğruyordu, dokunuyordu, tadıyordu ve terkediyordu. terkediliyordu. Amy'nin de dediği gibi "zaman tünelinin içinde duvarlara çarparak zedelenen, yara alan hayatlardı." hepimizin. ayağımıza basıyorlardı ve kayan ayak her ne haltımsa bizimki oluyordu. ve yine her ne bokumsa, en sağlam kararlar bile sabahına daha hafif kalkıyordu. ve yine her ne zıkkımsa, en sağlam sevgiler bile bir tek kendi özüne dayanıyordu. Times New Roman'la başlayıp italic harflere dönüşen alıntı tadında hayatlara atılıyorduk. bu ağzımıza sıçılmışlığın edebi formuydu. sürünmüyorduk, sürünmeye yazıyorduk. en kötüsü unutuyorduk. geçtiklerimizi, dokunduklarımızı, tattıklarımızı nasıl da unutuyorduk. alkol bahaneydi ama iyiydi. kafa güzel değildi, tiktaklar duyuluyordu sadece. biz özlüyorduk. özlemek bitmeyen fiildi. akmaya meyilliydi. ve bence, şuandan uzaklaşmanın en kolay haliydi. bir kaçıştı özlem. en güzel haliyle bir korkak işiydi. geçmiş görülebilen bir şey olsaydı, üzerinde bir tek özleyenin adının olmadığı bir mezar taşı olurdu.

"uzunca yazalım
bu gece güzel olmasın
çalınmamış bir kapıdan daha hüzünlüsü varsa
o da açılmamış bir kapıdır

elimde kalan tek şey
kalemimdir belki de!"
diyebilen adam bile yazmıyor artık. neyini zorluyorum ki bu bi sikim anlamadığım cumhuriyetin?!

Maybeshewill-In Another Life, When We Are Cats


24 Şubat 2012 Cuma

Tüketim Fetişi


nedense bizim dışımızdaki gerçek hayatlar bize, tv'de izlediklerimizden çok ama çok daha uzak geliyor. Farzı misal, gerçekte bir kadın var. Evli bir kadın. Kocası tarafından aldatılan, böbrek hastası bir kadın. Adamın sevgilisi, kadına böbreğini vermek istediğini söylüyor. Doku örneği falan fistan alınıyor. Durum pozitif. Bizim aldatılan ve hasta kadınımızsa bu nakile razı geliyor ve kumasının böbreğini alıyor. Ameliyattan bir kaç gün sonra aldatılan kadın ve kumasının elele resmiyle gazetelerde görüyoruz, bu haber 3. sayfaları süslüyor. Manşet "Allah kumamdan razı olsun!" Hepimiz okuyoruz. Kendimizi hiçbir tarafın yerine koymaksızın okuyup sayfayı çeviriyoruz. Oysaki Cemile Caroline'i bıçakladığında Twitter'ı nasıl da sallamıştık. Nasıl da feminizmin, kadın gururunun arkasında durmuştuk. Peki kumasına hayır duası okuyan o kadın, her gece yan odada başka bir kadınla uyuyan kocasıyla sırf böbreği hatrına aynı çatı altında nasıl.... nasıl ama ya nasıl? Bir insan böyle bir işkenceye nasıl... nasıl ya?
ve tabi ki "kuma yasal olsun" diyen gerizekalılarla aynı ülkede yaşıyoruz. ayrıca kuma dediğimiz kulağa ve algıya ne kadar iğrenç gelse de, bir insandan bahsediyoruz. hayır bu mevzu da anlamadığım şey, istediğin kadar kuma alabiliyorsan zina tam olarak ne oluyor? söylemeyip gizleyince mi günah oluyor? salak mısın?
Velhasılı gündemler, bizleri alıp ultra soyut ve bir halta yaramayan konuşmalara sürüklüyor. Durumların değerini popülerlikleriyle sınıyoruz. İnsanları da öyle tabi. Ne kadar çok boş çeneyi dolduruyorsa o kadar kafamızı meşgul ediyor. Saçmalaşıyoruz. Aynılaşıyoruz. Kimsenin birbirini dinlemediği ama herkesin bir şeyler söylediği bir mecrada, hayatın gerçeklerini bile yitiriyoruz. Mesela, o İsyeeeaaan değil, isyan. Ve lütfen isyan deyince aklınıza sadece Halil Sezai gelmesin.

Fenomania



Herkesler modayla ilgili bir fikre sahip olur oldu. Nasıl oldu, ne biçim oldu anlamadım. Ben de bu konuyla ilgili tek bir şey, sadece bir şey söyleyip çekileceğim: KATE MOSS!

15 Şubat 2012 Çarşamba

sheer simplicity


uzun ama uzun bir zamandır hep tanıdık huzurların etrafında geçiyor hayatım. bunun konforundan bahsetmeye gerek duymuyorum zira bilen zaten biliyor, bilmeyense koşup duruyordur. her iş çıkışı aynı kokuya koşmaktan bahsediyorum şuan. ya da youtube'u açtığımda ne dinleyeceğimi her daim bilmekten bahsediyorum. ya da güzel cümleler okumak için hangi kitabın altı çizili satırlarına sarılacağımı bilmekten bahsediyorum. ya da 2 film arasında kaldığımda hangisini izlememek daha büyük pişmanlık yaratır bilmekten bahsediyorum. ya da yol ortasında rotasız, plansız, ne yapacağını bilemez kalmışken kimi arayacağımı bilmekten bahsediyorum. seçeneklerin teke inmişliği yalnızlıktan ziyade, farkındalık yaratıyor bende. sanki daha bir sağlam duruyorum olduğum yerde. evet kesinlikle bu. Sağlam. Dik. Kendinden emin. kolay olmadı hiç. hatta şuanki eminlik, onu elde edene kadar çekilen zorluklardan daha mı güçlü pek emin değilim ama bu mukayeseyi hiç düşünmemek çok daha ileride bişey. diyorum ya adı konfor. adı huzur. ve bolca heyecan var dostlar. ilk kez tamamen bana ait bir evim oluyor. eşyalarım oluyor. sevdiğim adamla sarılarak ısınacağımız soğuk gecelerimiz oluyor. yağan karı camda izleyen bir kedimiz oluyor. gelinliğim oluyor. duvağım ve hatta eldivenlerim oluyor. ankara oluyor. yakınlaştıkça etrafımızda büyüyen bir özgürlük oluyor. hiç mi hiç önemsemediğimiz sevgililer günleri oluyor.
"merhamet"i, "hoşgörü"yü, "iyimserliği", "cesaret"i ruhuma santim santim işleyen o adama selam olsun. umarım ben de onun bütün yokluklarını doldurabiliyorumdur.


17 Ocak 2012 Salı

the fall


bir kez daha yürüseydik o kordon dedikleri ultra popüler yolda, bir kez daha. İzmir'de olmak bile moral bozamasaydı. Ankara'da olmamak bile göze batmasaydı. Sen gelmemişsin ben gitmişim kimin umrunda olsaydı falan. Hayat küçücük. Hep birbirine benzer adamlar geçerken uğruyor. Ve hep aynı isyanlar, adaletsizlikler falan. Mutsuzluklara hiç bulaşmıyorum, uzuv gibi canına ot tıkadığım. O mutlu sonların perde kapandıktan sonrası var, hepimiz orda yaşıyoruz. İnsan kendini, en çok istediği şeyin kapısının önündeyken sorguya çekiyor. İnsanın aklı hep kıçında. Yoksa zaten benim burda ne işim var. Benim notificationlarla doyan bir karnım olmadı ki hiç, ben google map'teki eşleşmelerle tanışmadım hiçbir sevdiğimle. Benim burda ne işim var, yoksa?

kafayı yersem bana papatyaları hatırlatsın yeter. ama sanırım O, papatyayla kasımpatıyı karıştırıyordu. kafamı karıştırıyordu. bu içimde konuşan O muydu, ben miydim, beni bitiriyordu. insan bazen kendini, en istemediği durumun yaratıcısı olarak buluyordu. ne uzatıyorum ki boşuna. Derin demiş: Herkesin hayatına girebildiği basit bir adamı oynuyorum. Sonra tüm hesapları zorlaştırıp kalmalarını bekliyorum.

Ane Brun-To let myself go

3 Ocak 2012 Salı

2012'nin Bıyığı Çıksın.


hayatımın beni ilgilendiren kısmının ilk günlerini yaşıyorum. velhasılı 2012 bana güzel. 2011 ise nelere katlanamadığımı, neleri hazmedemediğimi, bir daha asla yaşamak istemediklerimi bana etime işlercesine öğretti. onun da canı sağolsun derdim ama şükürler olsun geberdi gitti. ama ben 2011'i daha çok winehouse'un bir daha dönmemek üzere gidişiyle hatırlayacağım. bunun dışında daha hazin vedalar da yaşadım elbet. ölümle eşdeğer. "varmış ama aslında yokmuş" durumunun boktanlığına battım. insanlarıma haksızlık ettim belki ama, yokluğumun dayanılmaz hafifliğinde ne de güzel savrulabildiklerini gördüm. bi daha da o tarafa hiç bakmadım. şimdi istesem de bakamam, yüzümün en geniş açısı bile onları kapsamıyor. bir de "artık benden geçmiş." adlı bir türkü dilimde. etrafımda sigarayı bırakan insan sayısının durmadan artmasıyla olgunlaşma dönemimi en kaba hatlarıyla tamamladığımı anlıyorum. 2012'de yapmam gereken zilyon tane iş var. ama asla 2011'deki kadar yorulmayacağım.
belki çok kelalaka, belki çok sosyal içerikli olacak ama umrumda değil. ülkeme bolca zihniyet, milletime bolca merhamet, karşı cinsime ise bolca empati diliyorum. keşke'lerin günde 75321556 kat arttığı zamanlar hiçbir zaman geride kalmayacak ama, "vatan sağolsun" "namus" "bunların hepsi abd'nin oyunu" ilüzyonlarından kurtulup 3 hamlede çağımıza yetişmemizi arzuluyorum. hepinize 2012'de ömrünüze kalıcı olarak girecek güzellikler diliyorum. Ben Duygu S. size dinginliğin bağrından bildiriyorum.