25 Aralık 2013 Çarşamba

Okuyom Ben Yaaa 2

Okuyorum diyordum ya, kanıtlarıyla geldim bu kez. Bundan 5 ay önce okumadığım kitapları ayrı bir rafa dizip saymıştım ve kendime söz vermiştim. "Bunlar bitmeden kitap alınmayacak!"diye, o zaman saydığımda 22 okunacak kitap vardı, ancak o günden bu yana 12 kitap okumuş olmama rağmen şuanda elimde okunmayı bekleyen 34 kitap var. O yüzden matematik biliminin açıklayamayacağı bu sırra artık ben de kafa yormuyorum, okuyorum allah okuyorum. Kısa kısa özetlersem:

Açlık Oyunları Üçlemesi
Kitap Okumak İster Misin'le tanışır tanışmaz istediğim ik kitap Açlık Oyunları oldu. Başta fantastik bir kurgu olduğunu düşünüp çok ilgilenmemiştim. Ancak zevkine güvendiğim insanlardan "bir günde bitirdim", "aklımdan çıkmıyor" gibi yorumlar duyunca dayanamadım. Kitap okumak ister misin sağolsun bana üçünü birden gönderdi ve yaz tatili için gittiğimiz Kaş'ta su gibi içtim bu üçlüyü. Açlık Oyunları benim hayatımda okuduğum ilk üçleme. Ancak kurgusu okuyucuyu öyle içine çekip hapsediyor ki sahiden de kitabı okumadığınız dakikalarda sürekli onu düşünüyorsunuz. Collins'in hayalgücü olağanüstü. Konunun etiksel ve özgürlük konusundaki günümüz dünyasına benzerlikleri de çok vurucu olmuş. Sıradan bir kurgu romanı diye düşünüp es geçilmemeli.

Sofie'nin Dünyası


Sofie'nin Dünyası Kaş'tan hem hatıra amacıyla aldığım hem de merak ettiğim bir kitaptı. Merak etmekte haklıymışım, zira bu tür bir kitaba rastlamak o kadar kolay değil. Sadece felsefe tarihini işleyen bir kitabın dünya üzerinde bu kadar popüler olması da şaşırtıcı. Gaarder felsefenin doğuşundan günümüze kadar tüm önemli filozofları teorileriyle birlikte akıcı bir şekilde işlemiş. Felsefe hakkında hiçbir fikri olmayanları doyuma ulaştırabilecek, fikri ve bilgisi olanları ise tatmin etmeyecek bir kitap çıkarmış. Yani felsefeye yeni başlayanlar için bir giriş yada genel bilgi kitabı diyebiliriz. Sanırım bu yapısından dolayı kitabı okumadan önce edindiğim "çocuk kitabı" duyumları da bundan kaynaklanıyor olsa gerek. Ben başarılı buldum.

Ve Dağlar Yankılandı


Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş'ten sonra bu kitabıyla Khaled Hosseini bana resmen "Ben Amerika'da yaşıyorum, tabii ki Afganistan'ın acısını eninde sonunda Amerikalılaştıracaktım." diye bas bas bağırdı. Zaten Afganistan'ın adının geçtiği bir yerde Amerika'nın da adını duymamak neredeyse imkansız. Halid Hüseyin bu kitabında Afganistan iç savaşının yıktığı, kökünden değiştirdiği, buluşturduğu hayatları anlatmış. Dili gayet güzel. Okuması kolay. Ama ben çok samimi bulmadım. Kitapta karakterlerden biri ile yazarın kendini ve duygularını anlattığını hissettim. Kitap ağacı Ekim kitabımızdı kendisi. Benim de kitapagaci (instagramda bu şekilde aratırsanız takip edebilirsiniz) ile okuduğum ilk kitabımdı.

Utanç


Utanç okuduğum 2. Coetzee romanı. İsmi kulislerde saygı ve takdirle anıldığından uzun süre sahaflarda aradım bu kitabı ve sonunda Ankara Kızılay'daki Adilhan'da buldum kendisini. Bu kitap sadece okunan bir kitap değil. Aynı zamanda hissedilen bir kitap. Öyle ki ne baş karakter Lurie'ye ne de kızına hiç mi hiç anlam veremedim. Onlar da kendi aralarında birbirlerine anlam veremediler. Böyle enteresan değişik bir hissiyat yaratıyor insanda. Kitabın ismi Utanç, ancak benim bildiğim bir Utanç değil bu. Ben utandığımda Lurie gibi hissetmiyorum, davranmıyorum çünkü. Kitabı okurken kendimi sorguladığımı, ben olsaydım ne yapardım dediğimi, anlam veremezken sinirlendiğimi, Lurie ile kızı birbirlerine gayet normal tavsiyeler verirken kendi hayatlarında tutarsızlaştıklarında afalladığımı farkettim. Evet kitabı sevdim. Unutulacak bir kitap değil çünkü Utanç. Hiçbir şey hatırlamasam bile, hissi kalacak. Coetzee de yazdığı kitaplar gibi sadece yazan, sadece dili kullanan bir yazar değil. İçindeki karmaşa ve sorgulamayı okuyucuya aktaran, okuyucuyu darmadağın eden bir yazar.

Semaver


Okuduğum ilk Sait Faik kitabı. Öykü okuma konusunda çok tecrübeli değilim, ancak Sait Faik okumakta bu kadar geciktiğim için çok üzüldüm. Yazar öykülerine karakterlerin en can alıcı özelliklerini, sevdiği mekanların en güzel taraflarını nakış gibi sanatla işlemiş. Bence Sait Faik sadece bir öykü yazarı olarak değil, şair olarak da anılmalı. Çünkü her noktasından sonra cümlelerini alt alta yazsak en güzelinden şiirlere dönüşüverir hikayeleri. Bu kitabında en sevdiğim öyküsü Semaver oldu. Şimdi bile hatırlayınca ısınıyorum.

Newyork Üçlemesi


Bu da okuduğum ilk Paul Auster kitabı. Sanırım benim için yanlış bir tercih oldu. Çünkü anlayamadım. Paul Auster'ın tarzına yabancıyım herhalde ondan anlayamadım diye düşündüm. O kadar anlamadım ki kitapla ilgili eleştiri yada övgü bile yapamam. Gerçekten hiçbir şey anlamadım ve bu çok üzücü:(

devamı gelecek....

10 Aralık 2013 Salı

Perfect Sense (2011)

Aşık oluyorsun. Daha uzun süreli bir ilişkiden yeni çıkmış ve terk edilmişsin. Ama aşık oluyorsun işte. Sonra "hah tamam valla bu sefer olacak, buldum onu, bu kesin hayatımın aşkı" derken yeryüzündeki tüm insanlarla birlikte koku alma duyunu yitiriyorsun. Şimdi soruyorum, koku alma duyusu yokken nasıl aşık olunur? Açıkcası eğer koku almadan aşık olunuyorsa, bu konudaki tüm hipotezlerim çürür. Eblek eblek kalırım açıkcası. Film bu konudaki merakıma hiç değinmedi, zaten insanlık tüm duyularını peşpeşe nefes almaksızın kaybederken tek dertleri "oğlum biz şimdi nasıl aşık olucaz?" olmayacaktı yani. Ama filmi sevdim, beni kafamda yarattığı cevaplandırılmamış sorularla etkiledi. Ama öylece bitiverdi. Yani bence güzel olan hiçbir şey öyle bir anda pat diye bitmemeli. Çünkü insan aptal gibi kalakalıyor. Ne hissedeceğini bile bilemiyor. Saçmalık. Yani hadi Tanrı'nın yada kaderin bu hareketlerine alıştık da, siz faniler siz bari yapmayın. 
Filmin müzikleri Max Richter'e ait, modern klasik müzik sevenler, Olafur Arnalds sevenler mesela, bir baksın derim. Benim için çok iyi bir keşif oldu.  

9 Aralık 2013 Pazartesi

Detachment (2011)

Size on yüz milyon yıl önce izlediğim bir filmden bahsetmek istiyorum. Ne zaman izlediğim önemli değil, hala unutamamış olmam önemli. Çünkü ben biraz depresif ve ciddiyet sahibi bir insanım. Yoo, kendimi asla önemsemiyorum ve bu özelliklerimle gurur duymuyorum. Ama öyleyim. Ve bu film de resmen intihar sebebi. Ama nasıl intihar, slowmotion, böyle bilekten akan kanın yerde resim çizmesi gibi, yada  Lars von Trier'in Antichrist filminin girişindeki sevişme sahnesinin intihara çevrilmişi gibi. Ağızda tad bırakan acılardan.
Ağıt gibi bir film Detachment, Adrien Brody ise alabildiğine sarsıcı. Konusu hakkında konuşmak istemiyorum. Onu başka yerlerde de okuyabilirsiniz. Bence önemli olan ne hissettirdiği. Dedim ya ben bu filmi on yüz milyon yıl önce izledim va tadı hala damağımda. İçimde ortadan ikiye bölen bir sızı bıraktı. Nerede Adrien Brody görsem aklıma gelir film ve oracıkta büzülüp dünyadan kurtulmak isterim. Dünyadan ve onun saz arkadaşları saçmalıklarından. Hani diyor ya şarkı da "bazen...ne yaparsan yap, olmuyor bazen.", işte onun filmi. Yada daha fazlası, size ne anlam ifade ettiğine bağlı. Bazen düşünüyorum, insan insan için mi yaşamalı yoksa dünya için mi? Yani bu soruya da tercüman gerekti şimdi, demek istediğim siz bu dünyadaki vaktinizi doldururken kendi yaşadığınız dünyanızdan mı zevk almaya çalışırsınız, yoksa dünyanızı başkalarıyla paylaşmayı mı tercih edersiniz? Ben kendi hesabıma bu sorunun cevabını bilmiyorum. Dönem dönem değişiyor. Ama Henry Barthes (Adrien Brody) hayatının en olmuş, tamamlanmış bölümünde bu soruya çok istikrarlı bir cevap veriyor. Yaşayarak.
Filmi hatırladıkça tedirgin bir sıcaklık basıyor içimi. Hani kişi hiç tecrübe etmediği bir şeyi yapma konusunda bir tedirginlik hisseder ya, ama sonucun kendisine çok şey kazandıracağını da bilir öyle bir sıcaklık. Keşke diyorum keşke Henry ile tanışabilsem, elini sıksam Hocam desem Hocam üzülme, sen iyi olduğun için bunca kötülüğün ayırdına varabiliyorsun. Tüm bu kötülükler herkes için var, ama bazıları ona dönüşmüş o yüzden farkında değil. Bak Erica'ya Hocam, onun Tanrısı sensin, onu sen yarattın. Bir Tanrı her zaman elinden gelen her şeyi yapar. Tıpkı senin gibi. Kendine iyi bak Hocam. Seni herkesin kendi derdine düştüğü bu aptal dünyada yaşadığım müddetçe hiç unutmayacağım. Derdim.

Angus and Julia Stone- Draw Your Swords

25 Kasım 2013 Pazartesi

Sessizlik.

O şenliklerden geriye kalan, ağırlığınca sessizlik.
Ne kadar kalabalıktıysa, o kadar sessizlik.
Ne kadar gürültülüydüyse, o kadar sessizlik.
Hiç olmamış gibi,
Hiç başlamamış, bitmemiş gibi,
Ortada bir paylaşmak fiili hiç cereyan etmemiş gibi,
Sanki doğduğu günden beri sırtında yükmüş gibi.
Sessizlik.

Duyarsızlığı kamçılayan bir sessizlik.
Harcamayı-harcanmayı meşrulaştıran,
Sanki hiç mahrem değilmiş gibi,
Hep mi böyle ortalık malıymış?
Aklımın ermediği, vicdanımın sahiplenemediği
Sessizlik.

"Şşşş sessiz ol!
Filmlerdeki gibi yapalım.
Ceketimizi alıp çıkalım.
Havalı olsun."

Yani velhasılı:
Welcome to my new life,
with resistance of peace in silence.
Kisses :*

Dinle: Wye Oak- Civilian (Adsız orada mısın? Şarkıya bak.)

19 Kasım 2013 Salı

Benim Küçük Sevgilim.

Çok üzgünüm. İçim buz gibi, kaskatı. Bugün onsuz 4. günümüz. Onu en son geçen hafta dün gece görmüştüm, sabaha  kadar kucağımda sallamıştım artık ağlamasın uykuya dalsın diye. Hala inanamıyorum. Sanki bir anda ortaya çıkacakmış gibi, ben battaniyemi alıp uzandığımda gelip üzerime atlayıvericekmiş gibi, iş dönüşü evin kapısını açtığımda kapıya koşacakmış gibi, onu çok özlediğim için hüngür hüngür ağlarken gelip mahzun mahzun yüzüme bakacakmış gibi sanki. İnanamıyorum, Miskin'le olan hayatımızın bittiğine inanamıyorum. Evin içini öyle dolduruyordu ki, şimdi ev ev olmaktan çıktı. Sessiz, sahipsiz, eksik.


Miskin'in bize verdiklerini hiçbir şeyle kıyaslayamam. Ona en çok bana kazandırdığı hayvan sevgisi için teşekkür ediyorum. Ardından beni fedakar bir insan yaptığı için, bana sevginin gücünü gösterdiği için, anne olmadan önce bana o duygunun kıyısından köşesinden bir miktar hissettirdiği için, dertliyken beni hiç yanlız bırakmadığı için, sözümü hep dinlediği için, beni çok sevdiği için, bana benzediği için, beni hep mutlu ettiği için, kendisini tanımakla bize ne kadar şanslı insanlar olduğumuzu hissettirdiği için Miskin'e binlerce kez teşekkür ediyorum.



Oğlum yaşasaydı daha birlikte yapacağımız çok şey vardı, planlamıştık. Benim ilk göz ağrımın ömrü yetseydi ona çok güzel bir kız daha bulacaktık. Evin içinde tren misali koşuşturmacalarına kahkahalarla gülecektik. Beahçeli bir evimiz olması ihtimalini hep Miskin için istemiştik. Ev ilanlarındaki fotoğraflarda bebeğimin tuvaleti için uygun yer var mı yok mu diye bile bakıyordum. Hayat ne tuhaf. Artık yatağımda sıkışmıyorum, yorgan üstümden hiç çekilmiyor, üşümüyorum belki ama bunları tekrar yaşayabilmek için yalvarıyorum. Çok özlüyorum, çok.


Henüz ona veda edebilmiş değilim. Kalbim bunun fikrine henüz dayanamaz. Kabullendiğim gün onun hatırası için yapacağım bir iki proje var. Bazen diyorum ki keşke bitaneme bir cenaze töreni düzenleseydik, eminim bir sürü katılımcısı olurdu, o kadar çok seveni varmış ki. Ama onu toprağın altına koymaya nasıl dayanacaktım? Nasıl nefes alacaktım onu öyle görünce? Veterineri göstermedi bize Miskin, onu en son gördüğünüz gibi hatırlayın dedi. Miskin'e veda etmeye veterinerliğe gittiğimizde yemin ederim kapıdan girerken kalbim ağzımdan çıkacak sandım. Ameliyat masasına baktım, allahın belası ameliyat masasına. Miskin'in odasının kapısına baktım, içim kabardı. Bİlseydim oplum dedim içimden, bilseydim bir hafta burda seninle yatardım. Seni hiç yanlız bırakmazdım. Ahh bilseydim.


Benim melek oğlum. Seni hiç ama hiç unutmayacağım. Seni hep özleyeceğim. Ruhun huzurla uyusun. Seni çok ama çok seviyorum bitanem. Canımın içi. Sevgilim. Nolur üşüme.

14 Kasım 2013 Perşembe

Ben de Özledim.

İstanbul'dan döneli henüz 4 gün olmuş, ama içim 4 ay gibi hissediyor. İstanbul'a gidip de Beyoğlu'nda şöyle bir turlamadan dönmenin acısı yeminle burnunu sert bir yere çarpmanın o sızılı göz karartmalı acısıyla yarışır. Hayır TÜYAP kitap fuarına denk gelip de, "amcalarlan kahvaltı etcez" planına yenik düşüp TÜYAP'ın kapısının önünden bile geçemeden bu an(a)karaya dönmek ne demek ya?!! (şimşekler çakıyor beynimde, göğsümde kimler kimler tepişiyor...) sonra Beyoğlu öylece Beyoğlu olup kalsa yine iyi, ohh la la beatrice gacısını bilen bilir, Jadore'da. Onu yiyemeden geldik ya! Valla bildiğin, gözümüzü arkada bıraktık da geldik.
Hayır İstanbul benim zaten hep gösterip de elletmeyen yarimdi. Sevdiklerimi zapt-u rapt eden yarimdi. Platoniğimdi. Uzaktan hep daha güzeldi eyvallah, fakat boş durmayıp dünya tatlısı bebekler dünyaya getirerek beni daha çok sevdiğimden ayırmanın da şeyini şey yapmış yani. Düşün ki çocukluk arkadaşın, kardeşin gibi neredeyse, bebeği olmuş, en mutlu günü tabii ki yani o gün onun yanında oldun oldun yoksa bir daha hayatın ömründe onun yüzünü asla öyle mutlu göremeyeceksin, derken bebeğin yüzüne bir bakıyorsun (tabii ki fotoğrafından) sanki ab-ı hayat mübarek, yarabbi o ne muhteşem ayak, burun, el, nasıl incecik yumuşacık bir ten... Velhasılı sen gittiğinde çocukluk arkadaşının gözaltları uykusuzluktan morarmış, minik kahramanımız içindeki gazla viyak viyak boğuşmakta:( Sanki yaradan beni geç kalmak için yaratmış:( yada en güzel şeyleri kaçırmak için:(
Böyle böyle yıllar geçtikçe birikiyor işte, özlemeler, özlenenler artıyor. Çok sevdiğin bir grubun/şarkıcının konseri hep İstanbul'da oluyor çünkü, ve sen hep gidemiyorsun. Sanki sırtında pogo yapıyorlar. Bir sabah bir uyanıyorsun, karı özlemişsin. Ama kar deyince de aklına ilk, lisede okuldan kaçıp sırf yarı fiyatına diye beyoğlundaki fitaş sinemasının ilk seansına yetişme çabası geliyor. Ağlayamıyorsun çünkü bu kadar saçma bir şeye ağlanmaz. Başka bir şehirde avare avare dolaşırken bir baykuş koleksiyoncusu görüyorsun mesela, Begüm görse delirir diyorsun, ama Begüm 480 km uzakta, göremiyor. Paylaşamıyorsun. İçinde patlıyor. Anlamsızlaşıyor. Ya da bir film izliyorsun, bir öğretmenin ideallerine nasıl sahip çıktığını ama bunun çok sevdiği bir öğrencisinin hayatına mal olduğunu anlatan bir film bu. Ahh Yeliz diyorsun, Yeliz bunu izlese nasıl ayılırdı, nasıl "her şeyde bir hayır varmış sahiden" derdi diyorsun. Minik bir mesajla "bunu mutlaka izle" diyip nokta koyuyorsun. Heyecanla tartışamıyorsun ve o kaderine gülümserken göremiyorsun anladın mı? ORADA OLAMIYORSUN.
Hem şair de demiş: "Biliyorum hiçbir anlamı yok, yokluğunda."

24 Ekim 2013 Perşembe

Okuyorum Şu:


Bugünlerde yer içer gibi okuyorum. Aslında uzun zamandır okuma ile ilgili çok süper bir tempo tutturdum ve bağımlılık yaptı diyebilirim. Hedefimini çok çok ötesine geçtim, seçtiğim kitaplar da beni motive etme açısından çok faydalı oldular.
Aslında başlangıçtaki amacım kitaplığımdaki okunmamış ktapları bir an önce bitirmek ve onlar bitene kadar yeni kitap almamaktı. Fakat okudukça ve araştırdıkça yeni kitaplara olan merakımı dizginleyemedim. Okumak istediğim onlarca yazar ve kitapla başbaşa buldum kendimi. Herkesde olduğu gibi ben de bir baktım elimde sürekli yeni aldığım kitaplarla geziyorum. Olsun. Hepsine sıra gelecek.
2013'ün başından bu yana okuduklarım; Mülksüzler, Çavdar Tarlasında Çocuklar, Suskunlar, Newyork Üçlemesi, Cehenneme Övgü,  Zaman Yolcusunun Karısı, Açlık Oyunları Serisi, Sofie'nin Dünyası (hala okuyorum), Kırmızı Pazartesi, Barbarları Beklerken, Bizim Büyük Çaresizliğimiz (hala okuyorum), Gölgesizler, Doğu'nun Limanları. Yıl bitmeden 2 kitap daha okuyacağım. Biri instagramda keşfettiğim bir okuma klubü olan kitapagaci ile Kasım ayı kitabı olarak seçilen Ve Dağlar Yankılandı (Khaled Housseini'nin 3. kitabı). Diğeri de yine aynı şekilde instagramda keşfettiğim bir diğer okuma klubü olan kitapkardesligi'nin seçeceği kitaba göre şekillenecek. Okumak istediğim bir kitap seçilirse etkinliğe katılırım, ama önceden okuduğum yada ilgimi çekmeyen bir kitap seçilirse Saramago'nun Körlük kitabını okumak istiyorum. Çok merak ediyorum bu kitabı ve şansıma son zamanlarda filme uyarlanmış kitaplar okuyorum ve bu daha da heyecanlı oluyor. Açlık oyunlarının filmini pis pis gülerek izledim mesela :) Zaman Yolcusunun Karısının filmindense hiçbir şey anlamadım, kitabını okumadan izleyenler ne anladılar onu da çok merak ettim açıkcası. Şimdi sırada Gölgesizler var, kitap yeni bitti filmini de bugünlerde izleyeceğim çok heyecanlıyım. Keza Körlük de filme uyarlanmış bir kitap. Ama bildiğim kadarıyla filmi kitap kadar takdire layık görülmemiş. Kitap için söylenenler aklımı başımdan aldı. Okumamak için kendimi zor tutuyorum.


Bugünlerde elimden düşürmediğim kitap ise Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabı. Sayfalarını sindire sindire, bitmesin diye dua ederek çeviriyorum. Çünkü uzun zamandır uzak kaldığım, sıcacık hissettiren bir tarzı var. Tabii ki bu kitabımız da filme uyarlandı :) Onu da izleyeceğim. Ama noolur kitap hemen bitmesin. Çok ama çok sevdim.
Bugünler böyle. Kış da kapıda olduğuna göre, daha çok kahveli, daha çok kitaplı, sıcacık gecelerimiz olsun.

Dinle: My Brightest Diamond- Gone Away

4 Ekim 2013 Cuma

Bunun da hesabı sorulacak biliyorum.

Adam kalkmış bana bir de akıl veriyor, ne biçim iş bu herkes yapmadığını bir başkasından istiyor. Kimse kimsenin hayrına değil, çünkü artık çocuk değiliz ve küçük hesapların peşine düştük. Büyümek lanetlenmek gibi bişey. Çocuk kalanlara iki çift lafım var. Pardon bir tek lafım var. "Üzülürsün." Benimki de laf işte. Öyle de üzülecek böyle de. Bu dünyanın kırmadığı kalp mi kalmış allah aşkına. Bir baksana etrafına. Dünyalar dünyalar üzerine yığılı. Hassas dengeler çok hassas. Ve kaçınılmaz son: Dünya başına yıkılacak. Tabii ki yıkılacak çünkü dünya yuvarlak. Bir başkasının dünyasının üstüne koyarsan yuvarlak dünyanı, o da gelir senin başına yıkılır. Bunu nasıl düşünemezsin. Aslında her şey bu kadar basit. Her şey geometri ve matematikle hesaplanabilir aslında. Ama ben böyle olmasını hiç istemezdim. İnsan ne hata yaparsa yapsın onu tölere edecek bir şeyler olsun istiyor. Çocukken oluyor onlar. Hem de çok oluyor. Ama büyüyünce bir anda kayboluyor hepsi. Elinden alınıyor anladın mı? Çırılçıplak ve hatalı kalıyorsun. Gözler önünde kalıyorsun. Nereni kapatacağını şaşırıyorsun. Bir yerini kapatmaya çalışırken başka bir yerin açıkta kalıyor. Gözlerse bunu hiç kaçırmıyor. Gözler insanın nifak tohumu.
İşte ben, biz böyle böyle... bilmiyorum.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

G'Mornin.

Günaydın Cliché!

Yine bazılarının bunca güzel şarkıyı nasıl keşfettiğini anlayamacağım bir güne Günaydın!

Yine "ay bugün ne kadar da boş, napsam kitap mı okusam, hava da acayip güzel eve tıkılmasam?, temizlik mi yapsam, Zeynep'i mi arasam, çıkıp bir kaç mağaza dolaşsam?" diye düşünürken saatleri harcayıp güneşi batırdığım güne Günaydın!

Yine "bazı kızlar çok güzel" gününe Günaydın!

Yine polislerle dolup taşmış bir Karanfil Sokak gününe Günaydın!

Yine Miskin'i yataktan kaldıramadığım bir güne Günaydın!

Yine "Günaydın" demeyi öğrenmemiş milyonlarla dönen dünyaya Günaydın!

Herkese Günaydın!!!


The Fratellis- Chelsea Dagger

7 Mayıs 2013 Salı

Count to Ten.

* Kalbimin orta yerine dokunan, boğazıma oturan bir film için çıldırıyorum şuan. Film festivallerindeki favorilerinden bahseden, günlerce sinema salonlarından çıkmadıklarını söyleyenleri gördükçe nasıl özlüyorum o eski günleri. Kendimi, romatizmalarını bahane edip hayatının geri kalanını bir güve olarak geçirmek isteyen biri gibi hissediyorum. Mesai saati olmasa ağlardım.

* İnsanın bir yerde mecburen bulunması ve bu mecburiyete yıllarca katlanmak zorunda olması gerçeği hayatın sırrı olabilir. Eğer öyleyse DON'T KEEP CALM AND DİE. Ben sana ölücen demiyorum, yaşasan nolur ki diyorum.

* Çok çabalarsın, o içindeki masumiyeti, iyiniyeti, samimiyeti yitirmemek için. Ama milyarca insanın içinde yaşarken tüm bunları sürdürebilmek için kimseye dokunmaman gerektiğini öğrendiğin gün yüzünün rengi solar. Bundan sonra o rengin bir kaç ton açığını yakalayabilmek adına, etrafındakileri kırmamak için kırılarak geçer günlerin.

* Üniversitedeyken bir hocam "Ben hayatımda hiç roman okumadım." demişti. Kitap okuyabilen ve bunu seven bir insan olduğunu bildiğimden çok şaşırmıştım. Şimdi elimde tanelerce yarım ve hiç başlanmamış romanlar ile okumak için sabırsızlandığım felsefe-sosyoloji kitap ve dergilerim var. Bitirmeye çabaladıkça romanlardan hızla soğuyorum sanırım. Bazı düşüncelerin anlaşılması için bir eşikten atlamak gerekiyor belki de.

* Küçükken bizim sokakta bodrum katında 3  kızıyla birlikte oturan bir teyze vardı. Kızlarıyla oynardık, gülüşürdük falan. Hep düşünürdüm, ya camı açtıklarında içeri kedi girerse diye. O zaman asla camı açmamalılardı. Sanki evler insanları kedilerden korumak için yapılmış gibi. Şimdiyse kedileri insanlardan korumanın yollarını arıyorum akranlarımla. Annemle babamın yetiştirdiği iğrenç bir çocukmuşum küçükken.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Adı Mabel, Yaşı Çocuk.

Şimdi yürekte kuyu, kuyuda et kemik




Ve yaralı yamalı bir çıkrık sesi



Seni ağladık aynı kahvenin köşesinde



Günlerden pazartesi.

Mabel Matiz- Şüpheli Şarkının Şairi
Bu şüphelinin şairi Fatih Karaca. Kafa ayıkken dinlenilmesi önerilir. Ve Mabel Matiz'in Yaşım Çocuk albümü efendim. Hakkı nasıl verilir bilemiyorum, kana kana içiyorum.



9 Nisan 2013 Salı

Dokunaklı Şarkılar

Burası Ankara Kalesinde Gramofon Cafe.
Biri çıkıp "Dinleyeceğin son bir şarkı kalsa, hangisini seçerdin?" dese, hık mık kalırdım kesin. Hala da kalırım. Zira hafta sonu uçan balonların içinden helyum gazını içime çektim de aklıma gelen söylenecek ilk şey hep "Amanın ammaanın" oldu. Kafa bi milyonu mu, mercimek mi belli değil:( Velhasılı bir kaç tanesine zıpkınla çakılmış olmakla beraber sanarsın ki hepsi benim çocuğum, birbirinden ayıramıyorum.

1. No Clear Mind-Static
Tumblr sağolsun beni bu insafsız ama şefkatli, asi ama olgun, inatçı ama masum güzellikle tanıştırdı. Ben genelde bir şarkının ilk 15-20 saniyesinde dinlemeye devam edip etmeme kararını veririm. (Raconu kes.) Bu beni resmen alnımın çatısından vurdu. Ne zaman açıp dinlesem, gözlerim bir noktaya kitlenir, bedenim öylece sabit, ruhum bütün güzel tepelerde en tutkulu ne varsa yaşar gelir. Öyle bir şey.

2. Maybeshewill- In another life When we are cats
Bu şarkı bende biraz dayakçı baba, biraz sevgilinin eski sevgilisi (şarkının başındaki film repliği gayet açıklayıcı olacaktır.), biraz arkadan küfreden eski dost. Pek de güzel bir etkisi yokmuş aslında ama altta mazoşist bir benlik yatıyor galiba. Şarkının notalarının ve şiddetinin yükseldiği yerlerde bir çetebaşı oluyorum. Sevgi hırsızlarını, hep almaya meyilli gönül fakirlerini kalplerinin orta yerinden vuruyorum.

3. Maria Mena- Homeless
Bunu daha yeni tanıdım. Az dinledim. Dilime doladım. Birlikte geziyoruz. Ama çok büyük korkular yüklüyor sırtıma sanki. Sanki dinledikçe gerçekleşecekmiş gibi. Bununla ilgili kaygılarım var, sanırım son olmasını o kadar da istemezdim.

4. Kings of Convenience- Know How
Benim en sadık yarim mi desem, dostum mu desem? Hayatımın en önemli dönüm noktalarında bu şarkı hep oradaydı. Oyun hamuru gibi oynadım onunla. Bazen ağıt muamelesi yaptım, bazen kıvrak bir ezgi, bazen kuul takıldım onunla. Ama hep oradaydı ve hiç kenarda kalmadı. Hep enlerin içinde oldu, hep benimle oldu. Ama her zaman kafa karıştıran bir başkası vardı, hala var, ne yazık ki.

5 Nisan 2013 Cuma

Okuyom ben yaa:(

Son günlerde evdeki vaktimi elimden geldiğince kaliteli kullanmaya çalışıyorum. Eğer bir işim varsa hiçbir şeyle oyalanmadan işten gelir gelmez o işe girişiyorum. Bitirdiğimde de ya hemen bir film, dizi başına geçiyoruz, ya da kitabımı elime alıyorum. Şimdi diyeceksiniz ki, film dizi izlemek ne kadar kaliteli bir faaliyet? Türk TV dizisi değil bunlar bacım. Game of Thrones başlamış mesela. Daha ilk bölümünü izleyememişim, bilen anlar şimdi beni. Bak bir titreme geldi. Neyse.
Öncelikle kitap okumaya başlama kararı aldığım 2012 yılının Aralık (sanırım) ayından beri bitirmeyi başardığım kitaplar şöyle: Suskunlar (nihayet!), Çavdar Tarlasında Çocuklar (bahsedeceğim birazdan), ve THE Mülksüzler. Bir kaç tane kişisel gelişim kitabı da bitirdim ama genelde finansal şeyler olduğu için buranın entellektüel havasını bozar diye şeyetmiyorum şimdi.

Suskunlar
İyi baya. Tabi bitireli çok oldu bir de bir kitabı 2 seneye yayarak okuyunca insanın dili şişiyor resmen. Karakterlerin zilyon tane olduğunu ve herbirinin birbirinden tuhaf, hiç duyulmamış isimleri olduğunu da düşünürsek yorum yapmam mucize olur bence ehehehe. Ama sürükleyici bir kitap. İhsan Oktay Anar günümüz Türk edebiyatının en iyi yazarlarından biri. Severek takip ediyorum zira, felsefe, tarih, siyaset, fantastik olayları tek bir kitapta içiçe geçirebiliyor ve hiç garipsemiyorsun okurken. Dili çok akıcı, hem de kitaplarının yarısı Osmanlıca. Buna rağmen dili akıcı, var sen düşün:)

Çavdar Tarlasında Çocuklar
Şimdi nolur beni yargılamayın. Çünkü ben bu kitaptan ne anlamam gerektiğini hiç ama hiç anlamadım. Yani bir kitap bu kadar övülüp, klasikleştirilince insan ister istemez okuduktan sonra bambaşka bir insan olacağını falan düşünüyor tabi. Bunu da geçtim ama kuzum bu kitap tam olarak ne anlatıyor allasen? Ben mi çok odunum anlamıyorum, yoksa içinde azıcık "delilik", "intihar", "ergenlik", "aykırılık" geçiyor diye bir kitap hemen kült haline mi geliyor açıkcası hiç bilemedim. Ha şimdi patladı, ha patlayacak derken bir baktım kitap bitmiş. Otur sıfır.

THE Mülksüzler
Başındaki The'yı ben kendim koydum. Mükemmellik sıfatı gibi bir şey işte. Çünkü mükemmel. Bu kitabı okumadan önce Alternatif adil dünya yaratma konulu kitaplardan bir tek Cesur Yeni Dünya'yı okumuştum (Aldous Huxley) ve "ayy müthiiş mutlaka okumalısııın" diye geziniyordum. Asıl bu müthiş, asıl bunu oku okuyucu. Çünkü bunda bir felsefe, bunda bir ideal, bunda bir olması gereken vicdan sahipliği, bunda bir karşılaştırma, bunda bir vicdanlar savaşı var. Bu kitap çok başka. Başlangıçta kafada oturtmak benim adıma biraz zor olsa da, 200. sayfadan sonra (allahtan kitap bitmeden anlamışım) nefes nefese akıyor. Su gibi içmek istiyor insan. Buralarda bulamadığı o adil sisteme dalıp bir daha çıkmamak istiyor. Girmek mümkün, kalmak namümkün.

Bir de elimde ordan oraya sürüklenen zavalllı Emma (Jane Austen) var. Neyse yarısı bitti. Bitsin diye baya kasıcam. Yeter ki bitsin. Okunacaklar listem aşırı kabarık. Bir de bu mevzuya maymun iştahlılığımı katarsak etrafımdaki okunmamış kitaplar yığınını varın siz düşünün. Şimdilik Nisan ayı için kendime iki kitap hedefi koydum. Biri Yakın (Oruç Aruoba bu adama bayılıyorum.) diğeri ise Newyork Üçlemesi (Paul Auster'ın okuyacağım ilk kitabı olacak. Açıkcası ben bu adamı pek sallamıyordum, bana çok popüler kültür temsilcisi gibi geliyordu. Ama Türk gazetecilerinin yargılanma sürecindeki atarından sonra takibime aldım.). He bir de Emma'nın kalan yarısı var tabi:(( Bak şimdiden hiç yokmuş gibi davranıyorum, ölücem:((

27 Mart 2013 Çarşamba

Never mind my name.

Işıkların hep aynı saatte kapanmasından anlıyorum yeni bir çağın başladığını. Perdeler hep aynı saatte açılıyor, gün hep aynı rutinlerle başlıyor. Hep aynı rutinleri müjdeleyen yepyeni bir çağ başlıyor. Rahatın çağı. "Hoşgeldin"lerin "Güle Güle"lerin çağı. En büyük telaşın evde yemek olmaması ve benzeri. İnsanın hep istediği şeye ayağının takılması.
Bu akşam eve gitmeden bir Kızılay'a uğrayayım, bir kaç film alayım. Rüzgarın şeker pembesi estiği ayın arifesinin tadını çıkarayım yarım saat kadar. Bu akşam hiç pişirmediğim bir yemeği pişireyim. İlk kez bu akşam "Yarın sabah erken kalkmalıyım" telaşına düşmeyeyim. Saatin kaç olduğunu bilmeden uyuyakalayım bu akşam. Yeni çağın şerefine bir miktar ağlayayım bu akşam. Bu akşam yönetmenden bu şarkıyı isteyeyim:


20 Mart 2013 Çarşamba

.

Ve bir gün, bütün bu zorla anlamlandırdıklarımdan sıyrılıp, gerçekten anlamlı bir şeylerden bahsedeceğim. (Ama kime göre anlamlı? Bak şimdiden kafam karıştı allaaam:((() Söz vermiyorum ama. Hadi eyvallah.

28 Şubat 2013 Perşembe

Girls


Geçtiğimiz Cumartesi evimize internetin geri dönüş yapmasıyla birlikte sevdiğim blogger'ların iştahla bahsettiği Girls'ü indirdim. Başına bir oturdum bir daha kalkamadım. En son Cafe Prince (2007 Kore yapımı) beni bu kadar etkilemişti sanırım. Bildiğimiz şehir hayatını ve cinselliği anlatan diğer dizilerden çok farklıymış falan, ben orasını pek bilemiyorum çünkü daha önce bu klasmanda herhangi bir diziyi takip etmemiştim. Ama Girls kızlarının hayata karşı tatminsizlikleri beni ekran başında inanılmaz tatmin ediyor. Çok eğleniyorum. Hannah'ın takıntıları olsun, Marnie'nin arayışlarında kaybolması olsun (ne aradığını bildiğinden de pek emin değilim. Aslında en gıcık olduğum karakter bu olabilir. Hatta evet kesinlikle Marnie'den hiç hoşlanmıyorum), Jessa'nın kafasının güzelliği olsun, Shoshanna'nın adı ve über hızlı konuşması olsun bayılıyorum. Ama benim bu dizide çıktığı sahnelerde pür dikkat olduğum tek bir isim var. ADAM. ADAM SACKLER. Başlangıçta bildiğimiz oblomovla moron arasında bir tip gibi görünürken birden Hannah'la olan ilişkisine isim koyduktan sonra bütün karakterlerden daha samimi birine dönüşüvermesi beni çok etkiledi. 1. sezon (sanırım) 7. bölüm Adam yüzünden en sevdiğim bölüm oldu. Spoiler vermek istedim ama konuşmayı hatırlayamadığım için veremedim, ama 1. sezon 7. bölümün sonunu izlerken beni hatırlayın:p

İkinci sezonda Hannah'ın bir anda bambaşka bir insan olarak karşımıza çıkması (hayır zayıflamamış, davranış şekli değişmiş) beni biraz dumur etti. Sanki ağzımın tadı bozulmuş gibi hissettim ama her bölüme duyduğum merakta bir azalma yok. Ayrıca hala Adamcıyım. Hannah Adam'a acımasızca davrandıkça resmen benim kalbim kırılıyor. (Bu arada çok mu spoiler veriyorum?) Neyse işte, dizi beni kendine çok değişik bir duygusal bağ ile bağladı. Hiç bahsedilmeyen mesajlar farkediyorum mesela arada. Sanki o mesajı bir tek ben anlamışım gibi kendimi özel hissediyorum falan. Ne saçma ama çok eğlenceli.

İkinci sezonla birlikte Lena Dunham (dizinin baş karakteri, yönetmeni, senaristi vb.) bazı bölümlerin hikayesini başkalarına yazdırmaya başladı ki bu hemen farkediliyor. Yönetmenlik koltuğunu da bir başkasına devretti ama bu bence çok büyük bir fark göstermedi. Lena'dan ricam, her bölümün hikayesini kendisi yazmaya devam etsin. Öylesi çok daha güzel.

Burdan Lena Dunham'ı kendine güvenen yerlerinden öpüyorum.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Giderli Şarkılar by DJ Nane Betty

Bolca tepinmeli şarkılarım da oldu: The Black Heart Procession- It's A Crime I Never Told About the Diamonds in Your Eyes


Racon kesmeli şarkılarım da oldu: Cake- Short Skirt Long Jacket


Bütün özlemlerimi önümde su gibi dalgalandıran şarkılarım da oldu: Yann Tiersen & Elizabeth Fraser- Mary

Bisikletimin pedalına hararet katan şarkılarım da oldu: Yann Tiersen & Elizabeth Fraser- Kala


O anı durdurmak istediğim şarkılarım oldu: Devotchka- Till the End of Time

Sonsuza dek kalabileceğim anlarımın şarkıları oldu: Nouvella Vogue- In Manner of Speaking


Ama hiç biri bir bu değil: