23 Ocak 2010 Cumartesi

VeKarYağar...


temizlendik az da olsa, şehircenek. üşüdük, algımız açılsa bari.

sabah 9.00 civarı sokaklarda kimseler yoktu. herkes içerlerdeydi. kar sakin sakin yağıyordu, ısıtan kar diyorum ben böylesine. zira herkes içerdeyken, sığınacak yerleri olmasını çok sıcak buluyorum. kahvaltı yapıyorlar, sohbet ediyorlar, çay içiyorlar, tavla oynuyorlar, öpüşüyorlar, koklaşıyorlar...o sırada ben, yani dışarda olan, bunların hiçbirini yapamamama rağmen kendimi sıcacık hissediyorum. nihayetinde ben, herkesten bir parçayım. içerdekilerin dışarda kalan parçası.

gece 01.00 civarı yağmur ahmak ıslatandı. soğuk, değdiği yeri kesendi. sakarya caddesine daldık. bambaşka bir dünyaydı. sanki oyun bahçesi, sanki hasretliklerin buluşma yeri, sanki yeni açılmış bir sınır kapısı...büyük varillerde ateşler yanıyordu, ilk gelenin gözlerini yakan, alışanı sıcaklığına çeken bir ateş. celil abi bize tabure verdi, karşı çadırda gençler türküler söylüyordu. çok eğleniyorlardı belli, eğlendiriyorlardı da orası garanti. soğuğa alışınca titremeyi unuttuk, dumana da alıştık. celil abinin gözleri ıslandı bi ara. kaç çocuk var abi diye sorduğumda "3tane, ama bitanesi 5 yaşında. onu çok özledim" dedi. çıkarıp bi sigara ikram ettiler, dumanını yuta yuta içti. hiç çocuğum olmadı benim, demek ki hep eksik sevmişim.

akşamüzeri 17.30 civarı karşımda bir adam, önündeki 20 kişiye bağıra bağıra eşya-insan ayrımını anlatıyordu. bir gazinin protez kolunun eşya sayılamayacağını, çünkü onun artık vücudunun bir parçası olduğunu ve hiçbir vicdanın buna "eşya" diyemeyeceğini söylüyordu. devletler için sapasağlam bir adam "eşya" gibi kullanılabilirdi, vatan için sakat da kalabilirdi, öle de bilirdi. ama protez bacaklar, protez kollar eşya olamazdı, bu vicdana aykırıydı. aklıma "sus" dedim. "ösym hiçbir sorusunun altına, senin vermek istediğin cevabı koymayacak." dedim. "başkalarının doğrularını öğren ve kazan." dedim.

ve düşen her kar tanesi, yere çarpmasıyla eridi.

Hiç yorum yok: